Daçka ve Kültür
2011
-----------------
“Savaş Oyunları” ve sahne tozu uğruna verilen savaşlar…
On ay boyunca bir oyuna hazırlanmak nasıl bir duygudur?
Peki bu oyun için yapılan böylesi bir hazırlıktan sonra sadece bir kere sahneleyebilecek olmak?
Sahneye çıktığınızda salonun dörtte üçünün boş olduğunu görmek?
Peki hınca hınç dolu olmayan salonun büyük çoğunluğunun eş, dost ve arkadaşlardan oluştuğunu bilmek?
Aklında bu sorular ve bir sene sonra Daçka’da son senen olduğunu bilmek ve son oyununu oynayacak olmak nasıl bir duygudur?
Tüm bu soruların cevapları bu sene Savaş Oyunları adlı oyunu olağanüstü keyif alıp/vererek sahneleyen kardeşlerimizde.
Mezun olduktan sonra üniversitenin tiyatro topluluğunda bulunabilir ve kısa bir sürede bir çok oyunu bir çok kez, farklı kitlelere sahneleyebilirsiniz.
Peki aynı keyfi, coşkuyu, heyecanı yakalayabilir misiniz?
Hangimiz denemedik ki?
Tiyatro , sinema, müzik, fotoğrafçılık, dans -hangi platformda olursa olsun - hep bir eksiklik hissettik. Çünkü beraber değildik. Aynı dilden konuşmuyorduk.
İşte bu bütünlüğü sağlayabilmek adına haftalardır toplanıyor, tartışıyor, paylaşıyor ve üretmeye çalışıyoruz.
Bir bülten çıkaralım, kısa filmler çekelim, oyunlar sahneleyelim, sergiler düzenleyelim…Hayallerimiz bunlar.
Hem Daçkalı mezunlarımızın etkinliklerini devam ettirebileceği bir platform olsun hem de hali hazırda Daçka’da bulunan kardeşlerimize şevk olsun, kendi aralarında da daha rahat bütünleşebilsinler.
Zamanla bu bütünlüğün kemikleşeceğini biliyor ve neler yapabileceğimizi tahayyül bile edemiyorum.
On ay boyunca bir oyuna hazırlanmak nasıl bir duygudur?
Peki bu oyun için yapılan böylesi bir hazırlıktan sonra sadece bir kere sahneleyebilecek olmak?
Sahneye çıktığınızda salonun dörtte üçünün boş olduğunu görmek?
Peki hınca hınç dolu olmayan salonun büyük çoğunluğunun eş, dost ve arkadaşlardan oluştuğunu bilmek?
Aklında bu sorular ve bir sene sonra Daçka’da son senen olduğunu bilmek ve son oyununu oynayacak olmak nasıl bir duygudur?
Tüm bu soruların cevapları bu sene Savaş Oyunları adlı oyunu olağanüstü keyif alıp/vererek sahneleyen kardeşlerimizde.
Mezun olduktan sonra üniversitenin tiyatro topluluğunda bulunabilir ve kısa bir sürede bir çok oyunu bir çok kez, farklı kitlelere sahneleyebilirsiniz.
Peki aynı keyfi, coşkuyu, heyecanı yakalayabilir misiniz?
Hangimiz denemedik ki?
Tiyatro , sinema, müzik, fotoğrafçılık, dans -hangi platformda olursa olsun - hep bir eksiklik hissettik. Çünkü beraber değildik. Aynı dilden konuşmuyorduk.
İşte bu bütünlüğü sağlayabilmek adına haftalardır toplanıyor, tartışıyor, paylaşıyor ve üretmeye çalışıyoruz.
Bir bülten çıkaralım, kısa filmler çekelim, oyunlar sahneleyelim, sergiler düzenleyelim…Hayallerimiz bunlar.
Hem Daçkalı mezunlarımızın etkinliklerini devam ettirebileceği bir platform olsun hem de hali hazırda Daçka’da bulunan kardeşlerimize şevk olsun, kendi aralarında da daha rahat bütünleşebilsinler.
Zamanla bu bütünlüğün kemikleşeceğini biliyor ve neler yapabileceğimizi tahayyül bile edemiyorum.
Ferhat Recep BAŞARAN
2002 mezunu
2002 mezunu
-----------------
Bu
günü hatırlamayanınız var mı?
Yeşil kapıdan ilk içeri girdiğimiz
gün.
Belki ağlayarak, belki heyecanla,
belki mutlulukla.
Kesin bir buruklukla, arkada
bırakılanların ağırlığıyla.
Kazanılacak bir çok şeyin belki
farkında olmayarak.
O kapıdan son çıkışımızın yaratacağı
ağırlığın daha da büyük olacağının da farkında olmayarak.
Aşağıdaki resimlerdeki kardeşlerimiz
okula yeni başladılar bu yıl. Onlar da mezun olup bize katılacaklar, sadece
hatırlatmak istedik.
Daçka Kültür Hareketi
-----------------
Her ne kadar birbirimizden farklı
olsak da,
siyahın üzerindeki yeşilin tonları kadardır farkımız.
siyahın üzerindeki yeşilin tonları kadardır farkımız.
Daçka’dan mezun oldun, çıktın dışarı. Bunun tam tarifi “sudan
çıkmış balıktır.” Baktın her şey okuldaki kadar kolay yürümüyor. Dışarıdaki
insanlar gerçekten de düşündüğün gibi değil pek. Seni anlamıyorlar, sen de
onları anlamıyorsun ya da anlamak istemiyorsun. Ama okulda samimi olmasan bile
bir Daçkalıyı görmek, ağzını kulaklarına vardırıyor. Konuşabileceğin,
paylaşabileceğin, senin gibi düşünebilen birini görmektir çünkü aslında bu. Bu
yüzdendir ki 15 yaşındaki bir Daçkalı, 50 yaşındaki bir Daçkalıyla aynı ortama
girdiğinde birbirlerine yabancılık çekmezler. Yaşanış şekilleri ve tarihleri
farklıdır olayların ama genellikle hep aynı şeylerdir anlatılanlar.
Bu hareket, işte tam buradan çıktı. Daçkalıların mezun
olduktan sonra yaşadığı kopukluğu, körelmeyi, yaratıcılığını kaybetme
geleneğini yıkmak, parçalamak, yok etmek için çıktı. Mezun olduktan sonra,
rüyalarıma giren okulda okuyan insanların mezun olduktan sonra bile, okuldaki
imkanlara sahip olması gerektiğinden çıktı. Birbirimizi kandırmayalım,
hiçbirimizin doğru düzgün parası olmadı öğrencilik yıllarında. Yetime baba
sormak gibi bir şeydi, bu imkanlara sahip olmak ama olacak. İlk adım atıldı,
ikincisi de arkasından geldi, üçüncüsü de. Şimdi elimizden geldiğince bu
hareketi büyüterek ve genişleterek Daçkalı müzisyenlerin, yazarların,
tiyatrocuların, vs. yetişmesi için çabalayacağız. Çok zor bir şey değil bu, her
hafta bir gününü Daçkalı kardeşlerinle geçirmek, gerçekten kayıp değil, çok
büyük bir kazanç. İnsanlığın içinde bir azınlıktır Daçkalılar ve kendi dilleri
vardır.
Unutmayın iki Daçkalı dünyayı bile fetheder ama Daçkalı
yalnız kalmaya görsün, suskunlaşır, zayıflamış kamp ateşi gibi sönmeyi bekler.
Gelin hep beraber içimizdeki ateşi bir şeylere dönüştürelim, gelecek nesil
Daçkalıların bir kültür merkezi olsun, mezun olduktan sonra aylak aylak
dolaşmak yerine, hepsi bir şeylerle uğraşsınlar ve uğraştıkları şeyi sevsinler.
Değişim başladı, çabucak yerinizi kapın.
Emre
COŞAR
2002 mezunu
2002 mezunu
-----------------
DKH – FÜZYON
Sizin gibi alev alev dimağların arasında, kader yoldaşlığı yaptığım kardeşlerim, ağabeylerim ve ablalarımın yanında, okul sıralarında, akıl edemediğimiz, başaramadığımız, bazen alıkonduğumuz, bazen imkansızlıklar ve şartlara boyun eğerek vazgeçtiğimiz tutkularımızın peşinden koşabileceğimiz DKH çatısı altında bulunmak bana heyecan veriyor.”Yeni”nin heyecanıyla “eski”nin gururuyla, “imece”nin sesiyle, “tek”in aklıyla ve var olmanın dayanılmaz hafifliğiyle, size layık olmasa da kendime biçtiğim sorumluluk çerçevesinde bir iki “kelam” etmek üzere temaşa haneyi işgal etmiş bulunmaktayım.
1964 yapımı “Fall of the Roman Empire” sadece muhteşem kadrosu ve konu aldığı döneme ışık tutan destansı anlatımıyla değil, Sir Alec Guinness’in canlandırdığı imparator Marcus Aurelius’un, imparatorluğun her köşesinden çağırılan vali ve hükümdarlara hitaben verdiği nutukla da hafızalara kazınmıştır. O nutukta, hastalığı ölümcül imparator, ölmeden önce gerçek bir Pax Romana’nın (Roma Barışı) temellerini atmak istediğini belirtir. Roma’nın savaşarak bütün medeniyetleri kendi potasında eritme politikasını terk edeceğinin müjdesini ise şu sözlerle dile getirir;
“…Bütün dünyada üzerinde savaş olan sadece iki sınır var. Birisi burada -Kuzeyde- bizi “Barbarlar” dediklerimizle ayıran sınır, diğeri de -Doğuda- Pers krallığı. Sadece bu iki cephede surlar, hendekler, kaleler ve nefret görebilirsiniz. Fakat Roma’nın istediği direnekler bunlar değil, Roma’nın ihtiyacı olan ve istediği şey insanlardan oluşan direnekler…”
Roma imparatoru bunları gerçekten söyledi mi bilemiyoruz –en azından ben araştırmadım- Aurelius öldükten sonra Roma’nın önce parçalandığı ve sonra parça parça yok olduğunu ve bu yok olma sürecinde en büyük etkenin savaşlar değil yozlaşma olduğunu gayet iyi biliyoruz. Sözün gücü burada kayda değer; Evet, bizim insanlardan oluşan “direnekler”e ihtiyacımız var, her çağda, her paradigmada ihtiyacımız olan şey direnek olabilecek insanlar...
Sizin gibi alev alev dimağların arasında, kader yoldaşlığı yaptığım kardeşlerim, ağabeylerim ve ablalarımın yanında, okul sıralarında, akıl edemediğimiz, başaramadığımız, bazen alıkonduğumuz, bazen imkansızlıklar ve şartlara boyun eğerek vazgeçtiğimiz tutkularımızın peşinden koşabileceğimiz DKH çatısı altında bulunmak bana heyecan veriyor.”Yeni”nin heyecanıyla “eski”nin gururuyla, “imece”nin sesiyle, “tek”in aklıyla ve var olmanın dayanılmaz hafifliğiyle, size layık olmasa da kendime biçtiğim sorumluluk çerçevesinde bir iki “kelam” etmek üzere temaşa haneyi işgal etmiş bulunmaktayım.
1964 yapımı “Fall of the Roman Empire” sadece muhteşem kadrosu ve konu aldığı döneme ışık tutan destansı anlatımıyla değil, Sir Alec Guinness’in canlandırdığı imparator Marcus Aurelius’un, imparatorluğun her köşesinden çağırılan vali ve hükümdarlara hitaben verdiği nutukla da hafızalara kazınmıştır. O nutukta, hastalığı ölümcül imparator, ölmeden önce gerçek bir Pax Romana’nın (Roma Barışı) temellerini atmak istediğini belirtir. Roma’nın savaşarak bütün medeniyetleri kendi potasında eritme politikasını terk edeceğinin müjdesini ise şu sözlerle dile getirir;
“…Bütün dünyada üzerinde savaş olan sadece iki sınır var. Birisi burada -Kuzeyde- bizi “Barbarlar” dediklerimizle ayıran sınır, diğeri de -Doğuda- Pers krallığı. Sadece bu iki cephede surlar, hendekler, kaleler ve nefret görebilirsiniz. Fakat Roma’nın istediği direnekler bunlar değil, Roma’nın ihtiyacı olan ve istediği şey insanlardan oluşan direnekler…”
Roma imparatoru bunları gerçekten söyledi mi bilemiyoruz –en azından ben araştırmadım- Aurelius öldükten sonra Roma’nın önce parçalandığı ve sonra parça parça yok olduğunu ve bu yok olma sürecinde en büyük etkenin savaşlar değil yozlaşma olduğunu gayet iyi biliyoruz. Sözün gücü burada kayda değer; Evet, bizim insanlardan oluşan “direnekler”e ihtiyacımız var, her çağda, her paradigmada ihtiyacımız olan şey direnek olabilecek insanlar...
İnsanlığın
yaralı bilincinin merhemi nedir? “Nüfus planlaması” diyenleri duyar gibiyim.
Haklı oldukları kısımlar var… Yakın zamana kadar benim de görüşüm o yöndeydi
ama bir süredir “sanat” demeye başladım. Sanat herkese ulaşabilir, herkesin
aklına kurt düşürebilir. Şu sözde “uzlaşma zemin”leri yerine koyabileceğimiz
yegane şey sanat olsa gerek; tüm dillerin üstünde, tüm renklere yer ayırabilen
sanat… Kanımca nefretin “öteki”sinin yerine vicdanın “öteki”sini koyabilmek
DKH’nin üstüne alması gereken bir sorumluluk.
Dünya bugün olduğu gibi güzel mi, yoksa değiştirmemiz gereken bir sürü şey mi var? 5000 senedir insanoğlu sağa sola yalpalayarak kendini bu soruya verdiği cevaba inandırmaya çalışıyor. Ya biz? Bizim sorularımız yok mu? İnsanoğlunun çıktığı bu devasa yolculukta, varoluş sancılarımızı nasıl dindireceğiz? DKH bizim için bir vasıta olabilir, sanat bizim için bir vesile olabilir. Belki, belki bu yolculukta bir süre DKH’yle seyahat edebiliriz.
“DKH’yi bir minibüs olarak kullanmak? Yok yok, tabii ki ömür törpüsü mavi minibüsleri kastetmedim, emektar Üsküdar-Kadıköy dolmuşları gibi, her bir köşesinde bir tarih, konsoluna, güneşliğine iliştirilen her bir fotoğrafta bir hayat hikayesi saklayan, kapısına camına her dokunuşta bin ah işittiğiniz, ama sağlam kaportasıyla, öksüren motoruyla sizi bu iki aşıktan birinin yanına götüreceğinden emin olduğunuz o eski arabaları kastettim”
Hep birlikte DKH’nin insan direnekleri olmak ümidiyle…
Dünya bugün olduğu gibi güzel mi, yoksa değiştirmemiz gereken bir sürü şey mi var? 5000 senedir insanoğlu sağa sola yalpalayarak kendini bu soruya verdiği cevaba inandırmaya çalışıyor. Ya biz? Bizim sorularımız yok mu? İnsanoğlunun çıktığı bu devasa yolculukta, varoluş sancılarımızı nasıl dindireceğiz? DKH bizim için bir vasıta olabilir, sanat bizim için bir vesile olabilir. Belki, belki bu yolculukta bir süre DKH’yle seyahat edebiliriz.
“DKH’yi bir minibüs olarak kullanmak? Yok yok, tabii ki ömür törpüsü mavi minibüsleri kastetmedim, emektar Üsküdar-Kadıköy dolmuşları gibi, her bir köşesinde bir tarih, konsoluna, güneşliğine iliştirilen her bir fotoğrafta bir hayat hikayesi saklayan, kapısına camına her dokunuşta bin ah işittiğiniz, ama sağlam kaportasıyla, öksüren motoruyla sizi bu iki aşıktan birinin yanına götüreceğinden emin olduğunuz o eski arabaları kastettim”
Hep birlikte DKH’nin insan direnekleri olmak ümidiyle…
Aykut DOĞAN
2002
mezunu
-----------------
Ekolden
okula, dört duvardan bir ütopyaya…
Baba figürlerini fotoğraflara kapattık. Dört duvara, onlarca öğüt kulaklarımızda asılı dururken kapağı attık. Daha zihnimizde kendimizi bulamadan, bizimle beraber kaybolanlar bulduk. Etrafta, bizden önce kaybolanlar, onlardan önce kaybolanlar, bu kayıp dört duvar arasında kendini bulmuşa benzeyen ağabeyler ve çok şükür ki ablalar.
Hayata,
ihanete uğrayacak kadar maruz kalmadan kaybolmuştuk biz de bu dört duvarda.
Aynı anda hem yalnızdık hem de bir arada. Anlatılan dersler bir yana, kendi
kendine oluşmuş bir öğreti dolanırdı etrafta, canlı bir organizma gibi. Hemen
bir parçası olurdun, koşulsuz bir güven duyardın bütünü tamamlayan her parçaya.
İhanet roman kapaklarının altında kalmıştı ya da filmlerden taşınırdı
kulaklarımıza. En kötü tarih derslerinden çıkarılırdı varlığı ama tarihin
açtığı kapıdan hayal gücünle geçince, hayal kurmaktan pek dinleyemezdin
dersleri. Bedenini yaslayabileceğin onlarca omuz varken etrafında çok daha
kolaydı kaybolmak zihninde ve kendi yalnızlığında. Ve çok daha kolaydı o
yalnızlığı saklamak. Burayı farklı kılanda buydu. Kaybolmana izin veren, dört
duvarla dışarıdan yalıtılmış bir ütopya. Sana kendini bulma yolları sunan,
senle beraber kendini bulan, sana hayal kurmayı öğreten bir organizma.
En sonunda, hayallerini
gerçekleştirmek için bu ütopyayı terk ettiğin anda, alışık olmadığın bir hızda
dönen dünyada düşmemek için koşarken hayaller kurmak zorunda kaldın. Aklında
durmanın, en azından alışık olduğun tempoda yürümenin özlemi ile hayallerini
sürekli erteleyerek, nefes nefese geldin buralara. Burada hala, koşmaktan
ziyade yürümekte ısrar eden daçkalılar var. Hatta rivayete göre cumartesileri
tamamen duruyorlarmış.Nefes nefese kalmış daçkalıları durup soluklanmaya
bekleriz…
Fatih
ÜRKÜNDAĞ
2005
mezunu
-----------------
Dikdörtgen,
tahta... Dikdörtgen, tahta bir bavul… Yerde... Yanında dikilen küçük bir çocuk,
soluk bir fotoğraf gibi. Fatih’te, Sibirya’da yere konmuş tahta bir bavulun
başında dikilen küçük bir çocuk. Sibirya da nereden çıktı şimdi? Hem de
Fatih’te
Yeşil
kapıdan içeri girdiğinizde yol sağa ve sola devam eder. Sağdaki yol hafif sola
doğru kıvrılarak sizi top sahasının ve konferans salonun bulunduğu, aynı
zamanda okulun diğer girişi olan alana götürür. Kıvrımın en ucuna geldiğinizde
sağ tarafınızda top sahasının üstüne eğilmiş gibi duran bir çınar vardır. Onun
hemen karşısında ufak yuvarlak bir yeşil alanın ucunda ise bir başka devasa
çınar. Bu çınar bayağı bir eğiktir, yolun üstüne kapaklanmak ister gibi bir
hali vardır adeta. Kapıdan sola doğru yürüdüğünüzde yol bir süre düz devam eder.
Solunuzda okulu çevreleyen yüksek duvarlar, sağınızda yeşillikler içinde türlü
ağaçlar… Derken yol hafifçe sağa kıvrılır ve sizi eski bina ile yeni binanın
lise ve idare kısmı içinde barındıran blokların arasına çıkarır. Burası aynı
zamanda okul binalarının ana girişidir. Bu girişi tam karşınıza aldığınızda sol
tarafınızda, alt katında revir olan yeni bina, sağ tarafınızda alt katında
marangozhane olan eski bina vardır. Bu alan aşağı yukarı 100-150 metre
uzunluğunda, 20 metre genişliğindedir. Bir U nun içindesinizdir ve burası
Sibirya’dır.
Sınavı
kazanıp kamp dönemi için okullar açılmadan iki hafta önce bizi Daçka’ya
aldıklarında, elimizde valizlerimiz, annelerimizle beraber yeşil kapıdan içeri
girdik. Kızları iki çınarın arasında sağdaki yoldan onların yatakhanesinin
bulunduğu bloğa, bizleri ise soldan ana girişe yönlendirdiler. Ellerimizde
valizlerimiz, annelerimizi yeşil kapının orada bırakıp, bir düzen ana girişin
önüne dizildik. Artık bir başımıza bilmediğimiz bir yerde, analarımız ise yeşil
kapının orada gözleri yaşlı kalmıştı. Bizim gözlerimiz o an için şaşkınlıkla
dört döndüğü için ağlama faslını akşama saklamışlardı. Giriş kapısının önü sıra
çift sıra dizildiğimizde çantalarımızı yanımız sıra yere bırakıp bize verilen
talimatları dinliyor, bir taraftan da çevremize bakıyorduk. İki tarafımızda iki
bina, önümüzde altında kapı olan bir blok, arkamızda kıvrılarak yeşil kapının
oraya yönlenen bir yol. İşte bu arada gördüm tahta bavulu. Küçük bir çocuğun
yanı sıra, ondan daha büyük, dikdörtgen, tahta bir bavul… Aşağı kata,
yatakhaneye inerken bizi karşılayan öğretmenlerden birinin o tahta bavulu
taşıması için o çocuğa yardım ettiğini de hatırlıyorum. İşte Daçka’da ilk
günümdü o gün.
Senden
bir sınıf üste olana ağabey abla dediğin, hayatta bilip bileceğin çoğu şeyi ilk
defa orada gördüğün, öğrendiğin, yetimken birdenbire yüzlerce, binlerce kardeşe
sahip olduğu garip
bir yermiş meğer orası. Meğer o çınarlar, o yeşil kapı, o eski bina çok iyi
bilir, pekte severmiş tahta bavulları. Sonra ne mi oldu diye erkenden sorarsak;
“O tahta bavulların sahipleri o ilk gün
geldiklerinde haberleri bile olmadıkları ülkelere gittiler. İş adamı oldular,
avukat, mühendis, yazar, anne, baba oldular. Ve bunları olurken hep Daçka’lı
kaldılar. Tahta bavulları onlarla beraber, kafalarının içinde her yere gitti.
Hiç vazgeçmediler o bavulların içinde taşıdıkları kendilerinden ve sonradan
doldurdukları ile şişkinleşen o bavulların onlara yüklediklerinden. “ der,
derin de bir iç çekip uzaklara dikebiliriz gözlerimizi. Ama gelin biz onu değil
de şunu soralım. “ Ne doldurdular o bavulların içine ve nasıl?”. Dedik ya
binlerce kardeş sahibi olduk bir anda, bunu derken yaşımızı da
hatırlatıverelim. Ben girdiğimde 123 yaşındaydım, 130 yaşında dışarı çıktığımı
hatırlıyorum. Şimdi galiba 148 yaşındaki çocuklar okuyormuş. Nasıl mı
oluyormuş? Dedik ya pek severmiş o eski bina, o çınarlar tahta bavulları, o
kadar ki, ne varsa eteklerinde teklifsiz döküverirmiş o küçücük çocukların
başlarından aşağıya. Onlara gelenek, alışkanlık, ortaklık ve aidiyetlikler
verirmiş. Yüzlerce yıl ne birikiyorsa bir diğerinden öbürüne aktarıverirlermiş.
İşte bu çocuklar da böylesi büyük bir mirasın tıka basa doldurduğu
bavullarından ellerine ne geçerse üstlerine başlarına takıp
takıştırıverirlermiş. Bu sözlerin “mişi” çok fazla. Takıp, takıştırdılar;
takıştırdıktır doğrusu. Meğer oradaki her şey bize verilmemiş, zaten
bizimmiş!!!!
Kolektiftir
Daçka’da yaşam. Her şey beraber yapılır, herkesçe yapılır. Tek başınalık
imkânsıza yakındır orada. O yüzden sürekli bir etkileşim vardır. Bu etkileşim
de üretime yönlendirir insanı. Daha fazla paylaşmak için paylaşılacak daha
fazlasını üretmeye…Çünkü severiz biz paylaşımı. İçi yarı yarıya dolu tahta
bavullarla gelir, paylaşabileceklerimizin sayısını, yetisini artırmak için didinir
dururuz. Paylaşacağımız kardeşimizdir ve ona her zaman hep daha fazlasını
verebilmek isteriz, çünkü o da aynısını ister. Madde lazım değildir artık.
Yatacak yerimiz, yiyecek ekmeğimiz, giyecek kıyafetimiz vardır. Bunları dert
etmeden müzikle, edebiyatla, sporla, tiyatroyla, fotoğrafçılıkla, aktivitelerle
ve birbirimizle uğraşabiliriz. Daçka’lı aktör en iyisidir. Kardeşindir
sahnedeki, nasıl iyi olmasın. Gitarı en iyi benim sınıf arkadaşım çalar, hele
üst sınıftan bir ablanın yaptığı tabloları dünyalara değişmem…….
Hal
böyleyken yaratıcı beyinlerin sürüsüne bereket olduğu bu tarlayı, yeşil kapıdan
son defa çıktığımız andan itibaren nadasa bırakmışlığımız bizim ayıbımız değil
mi biraz? Daçka’lı yeşil kapıdan ilk girdiğinde Daçkalı olmuştur artık ve vakti
geldiğinde Daçka’dan çıkmak için değil Daçkalı olarak toplumun içine girmek
için açılır o kapı.
Her
yerdeyiz. Sokakta, evde, işyerinde, otobüste, okulda, meyhanede, tiyatroda,
denizde, bankada, borsada, sinemada, yol kenarında, her yerdeyiz. Tekrar paylaşmanın
ve bir araya gelip üretmenin vakti geldi, geçiyor. O tahta bavulların şişini
alalım biraz. Hem artık o kadar kavruk ta değiliz, birer hafif plastikten
seyahat bavulumuz vardır hepimizin. Gelin biraz da onları şişirelim. Unutmayın
148 yaşındaki ağabeylerimiz, ablalarımız hala okuldalar. Seneye daha da
yaşlanacaklar.
Süleyman ÖZCAN
1993 mezunu
-----------------
Daçka’lı olmak mı ?! Şans. Yok daha fazlası , biraz fazla daha
fazlası.Piyango Talihlisi olmak gibi.Ama önemli olan benim gibi piyangodan
gelen parayı bir haftada bitirmek değil ; diğer arkadaşlarım,ağabeylerim ve
ablalarım gibi bir ömre yaymak.Belki okulun dışında olmak zor bir durum ama
emin olun ana kapıda kimliğinizi almaları ve eski müdür yardımcınızın “müsait
değilim” diyip girmenizi istememesi daha kötü.Lise 2-3 yıla biter,geri kalan
yıllarda asıl “Daçka’lı” olanlar kendilerini gösterir.Umarım gerçek bir
Daçka’lı olurum.Mezun olamasam da,Daçka ruhu taşıyorum.
“Mes que una Escola”
Katalancada “Bir okuldan daha fazlası” demek. Evet,bir okuldan daha fazla,bir
akım,bir etnik azınlık (!)… Daçka Kültür Sanat da öyle..
Mesut ÖZBEK
(Daçka 140)
-----------------
Gelismis ülkelerdeki cocuklarin noel babanin olmadigi
gercegi ile yüzlestigi yaslarda yumusak uclu kalemlerimizle cevap anahtarlarini
dairecikleri tasirmadan doldurmakla mesguldük. Ayni cocuklarin spor yaptigi,
hobi edindigi, enstürman calmayi ögrendigi yillarda da bu faaliyete devam
ettik. Yine ayni cocuklar gencliklerini yasayip belki de kendilerini hayata
hazirlayan hatalar yaparken bizim yaptigimiz dört hata birlesip dogru
götürüyordu.
***
„Egitim, ögrenilenlerin tümü unutulduktan sonra geriye
kalanlardir.“ diyen abi hakliysa… Ben Pasarofca Anlasmasi’ni niye unutamiyorum?
Horst grabeni, hergele Necip ve arsiz karisini, Pasarofca’yi, özel ücgenleri…
Okulda ögrendigim yabanci dil hayatimda belirleyici oldu ve okul yillarindan
geriye unutamadigim gereksiz bilgilerin ötesinde bircok iyi arkadas kaldi
süphesiz. Ama her gün saatlerimi vermek zorunda kaldigim Istanbul kesmekesi,
hayata dair en az okul kadar ögretici oldu benim icin.
***
Karar verebilme, insanin acziyetine karsi
tütünebilecegi tek dal. Bunu kulak arkasi edemeyiz. Ama iyiyi tercih etmek
refleks degildir. Tercihin dogrudan yana olmasi elbette önemlidir ama anlik
kararda yanlisi secmek de en az diger ihtimal kadar muhtemel. Hayatin tamamini
düsününce, tercihin dogrulugunu sorgulayabilmenin; dogru tercihte istikrarli
devamlilik gösterebilme veya yanlis karardan dönebilmenin esas oldugunu fark ediyor
insan. Birkac arkadas süper bir fikir ve iyi niyetle yola cikabilir ve bu
müstakil olarak güzeldir. Benim bu yaziyi yazdigim gün ise Dacka Kültür Sanat
Bulusmalari’nin 8.si gerceklesecekti ki, bu süphesiz daha güzeldir. Bu
insanlarin ortak paydasi da elbette bu güzellikte pay sahibidir.
***
Anneleriniz icin umuttu belki Dacka; cocuklarinin
okuyup büyük adam olmalasi veya kendisini kurtarmasi icin. Sizin icin belki
agladiginiz yalniz bir yurt aksami oldu önce…. Sonra hiyerarsi oldu, dost oldu,
aile oldu, ask oldu. Hayati ögrendiginiz, anlamlandirmaya calistiginiz yer
oldu. Dogrusunu siz bilirsiniz, haddimi asmak istemem. Benim icin haftasonu
görebildigim dost demekti yillarca. Simdi de elinizde tuttugunuz bu bülten oldu
biraz da. Herkesin Dackasi kendine!
Ahmet Salih YURDAKUL
Fahri DŞ'lı
-----------------
Daçkalı Olmak Niçin Ayrıcalıktır?
Kurumsal olarak değerlendirildiğinde, aslında Darüşşafaka'nın kendisi bir sivil toplum hareketidir. Osmanlı İmparatorluğu'nun çok boyutlu sosyal yapısı içerisinde öncelikli olarak eğitimde bir modernleşme girişimidir. Döneminde kurulmuş St. Benoit, Notre Dame, Robert gibi benzerlerinden en önemli farkı, Müslümanların kurduğu ilk eğitim derneği olan "Cemiyet-i Tedrisiyye-i İslamiye" (İslam Okutma Kurumu) tarafından hayata geçirilmiş olmasıdır. 1868'de bizzat padişahın katılımıyla açılan Mekteb-i Sultani'ye paralel bir şekilde Tanzimat sonrası batılılaşma atmosferinin bir ürünüdür ama elit kökenli Galatasaray'ın yüzü daha ziyade saray aristokrasisine dönük iken, derneğin ilk faaliyetlerinden birinin Kapalıçarşı'daki esnaf gençlerin eğitimine kaynak sağlamak olmasından anlaşılacağı üzere Darüşşafaka'nın yüzü halka dönüktür. Zaten derneğin ilk geliri çarşıda bulunan 105 dükkânın kirasının bağlanmasıyla oluşur. Böylelikle, tarihimizde ilk defa halkın finanse ettiği, adalet temeline dayanan sosyal bir devlette olması gereken parasız ve karma bir eğitim modelinin temelleri atılır. Önemli bir başka unsur da genelde yerel düzeyde öğrenci alan benzerlerinin aksine İstanbul, Anadolu ve Balkanlar'dan öğrenci alıp yetiştirmesidir. 1881-1927 döneminde mezunlarının %25’i telgraf ve posta nazırlıklarında, %15’i öğretmen olarak, %13’ü de gümrüklerde görevli olmasından okulun amacının rüştiyelerin üzerinde bir statüde devlet bürokrasisine nitelikli memur yetiştirmek olduğu anlaşılıyor. Kısacası, tarihsel profiline bakıldığında Darüşşafaka öğrencisi, babalarının hayatta olmaması sebebiyle toplumsal tabakalaşmanın dezavantajlı, maddi veya kültürel sermayesi gelişmemiş bir sınıfına aittir ve yaşamı da (21. yüzyılda dahi) bu çerçevede belirlenir.
Tarihimizden anlaşılacağı üzere kabul etmek gerekir ki, bizler hayata 3-5 sıfır yenik başlayan insanlarız. Çoğumuz için içine doğduğumuz hanenin maddi ve kültürel çevresinin dışına çıkmak ve psiko-sosyolojik olarak sınıf atlamak Darüşşafaka sayesinde olmuştur. Bir eleştiri olarak görülebilir ama okulumuzun ve geldiğimiz çevrelerin vizyonu aslında bizi mesleki olarak ekonomik bir yeterliliğe eriştirmekten ibarettir. Maslow'un ihtiyaçlar hiyerarşisi çerçevesinde bakacak olursak, gelecekteki fizyolojik ve güvenlik gereksinimlerimizin karşılanmasının altyapısının hazırlanması kurumun örgütlenme pratiğinin odağındadır. Piramitin daha üst kesimlerine ait olan kültürel değerleri ilkin öğrenerek, daha sonra da yaratarak kendini gerçekleştirme noktasında ise bireysel çabalara mahkumuz. Fakat aslında bir manastırda yaşamaya benzettiğim kendi okul deneyimimden yola çıkarak Maslow'un piramadinin alaşağı edildiği bir krizle karşı karşıya olduğumuzu söylemek gerekir. Toplumsal dayanışmacı bir model içinde yetişkinleşmenin ardından birdenbire sermayeci bir yapının ortasına düşen her Daçkalı'nın bir noktada hayatını boşa harcadığını ve yapabileceklerini yapamayacağını hissetmesi sanırım tek başımıza aşabileceğimiz bir kendini gerçekleştirme krizi değildir. Daçka Kültür Hareketi'nin arkasında da bireysel değil, işte böylesi bir tarihsel ve yaşamsal krizi birlikte birikime dönüştürmek gibi zannımca kutsal bir saik vardır.
Hepimize kolay gelsin.
Kurumsal olarak değerlendirildiğinde, aslında Darüşşafaka'nın kendisi bir sivil toplum hareketidir. Osmanlı İmparatorluğu'nun çok boyutlu sosyal yapısı içerisinde öncelikli olarak eğitimde bir modernleşme girişimidir. Döneminde kurulmuş St. Benoit, Notre Dame, Robert gibi benzerlerinden en önemli farkı, Müslümanların kurduğu ilk eğitim derneği olan "Cemiyet-i Tedrisiyye-i İslamiye" (İslam Okutma Kurumu) tarafından hayata geçirilmiş olmasıdır. 1868'de bizzat padişahın katılımıyla açılan Mekteb-i Sultani'ye paralel bir şekilde Tanzimat sonrası batılılaşma atmosferinin bir ürünüdür ama elit kökenli Galatasaray'ın yüzü daha ziyade saray aristokrasisine dönük iken, derneğin ilk faaliyetlerinden birinin Kapalıçarşı'daki esnaf gençlerin eğitimine kaynak sağlamak olmasından anlaşılacağı üzere Darüşşafaka'nın yüzü halka dönüktür. Zaten derneğin ilk geliri çarşıda bulunan 105 dükkânın kirasının bağlanmasıyla oluşur. Böylelikle, tarihimizde ilk defa halkın finanse ettiği, adalet temeline dayanan sosyal bir devlette olması gereken parasız ve karma bir eğitim modelinin temelleri atılır. Önemli bir başka unsur da genelde yerel düzeyde öğrenci alan benzerlerinin aksine İstanbul, Anadolu ve Balkanlar'dan öğrenci alıp yetiştirmesidir. 1881-1927 döneminde mezunlarının %25’i telgraf ve posta nazırlıklarında, %15’i öğretmen olarak, %13’ü de gümrüklerde görevli olmasından okulun amacının rüştiyelerin üzerinde bir statüde devlet bürokrasisine nitelikli memur yetiştirmek olduğu anlaşılıyor. Kısacası, tarihsel profiline bakıldığında Darüşşafaka öğrencisi, babalarının hayatta olmaması sebebiyle toplumsal tabakalaşmanın dezavantajlı, maddi veya kültürel sermayesi gelişmemiş bir sınıfına aittir ve yaşamı da (21. yüzyılda dahi) bu çerçevede belirlenir.
Tarihimizden anlaşılacağı üzere kabul etmek gerekir ki, bizler hayata 3-5 sıfır yenik başlayan insanlarız. Çoğumuz için içine doğduğumuz hanenin maddi ve kültürel çevresinin dışına çıkmak ve psiko-sosyolojik olarak sınıf atlamak Darüşşafaka sayesinde olmuştur. Bir eleştiri olarak görülebilir ama okulumuzun ve geldiğimiz çevrelerin vizyonu aslında bizi mesleki olarak ekonomik bir yeterliliğe eriştirmekten ibarettir. Maslow'un ihtiyaçlar hiyerarşisi çerçevesinde bakacak olursak, gelecekteki fizyolojik ve güvenlik gereksinimlerimizin karşılanmasının altyapısının hazırlanması kurumun örgütlenme pratiğinin odağındadır. Piramitin daha üst kesimlerine ait olan kültürel değerleri ilkin öğrenerek, daha sonra da yaratarak kendini gerçekleştirme noktasında ise bireysel çabalara mahkumuz. Fakat aslında bir manastırda yaşamaya benzettiğim kendi okul deneyimimden yola çıkarak Maslow'un piramadinin alaşağı edildiği bir krizle karşı karşıya olduğumuzu söylemek gerekir. Toplumsal dayanışmacı bir model içinde yetişkinleşmenin ardından birdenbire sermayeci bir yapının ortasına düşen her Daçkalı'nın bir noktada hayatını boşa harcadığını ve yapabileceklerini yapamayacağını hissetmesi sanırım tek başımıza aşabileceğimiz bir kendini gerçekleştirme krizi değildir. Daçka Kültür Hareketi'nin arkasında da bireysel değil, işte böylesi bir tarihsel ve yaşamsal krizi birlikte birikime dönüştürmek gibi zannımca kutsal bir saik vardır.
Hepimize kolay gelsin.
Cihan
ÖZKAN
2005 mezunu
2005 mezunu
-----------------
Duvar
Yazıları
“Bir fikrimiz var!"
Neden kendimize Darüşşafaka Oyuncuları demiyelim? Savaş Oyunları afişine koskocaman “Darüşşafaka Oyuncu’larından” yazdırdık. Önceki oyunlarımızın aksine daha küçük bir ekibimiz olduğundan oyunun diğerlerine göre daha az ses getireceğini düşünmüştüm ama öyle olmadı; aksine bu oyunla beraber bizi izleyen ağabeylerimize ilham kaynağı olduk. Sanırım onları bir şeyler yapabileceğimize inandırdık. Böylece onlar Darüşşafaka Kültür Hareketini başlatmaya karar verdiler.
Neden kendimize Darüşşafaka Oyuncuları demiyelim? Savaş Oyunları afişine koskocaman “Darüşşafaka Oyuncu’larından” yazdırdık. Önceki oyunlarımızın aksine daha küçük bir ekibimiz olduğundan oyunun diğerlerine göre daha az ses getireceğini düşünmüştüm ama öyle olmadı; aksine bu oyunla beraber bizi izleyen ağabeylerimize ilham kaynağı olduk. Sanırım onları bir şeyler yapabileceğimize inandırdık. Böylece onlar Darüşşafaka Kültür Hareketini başlatmaya karar verdiler.
Selen
DİŞLEN
Lise Son Sınıf Öğrencisi
Lise Son Sınıf Öğrencisi
" Daçkalı
olmak, birbirini tanımasan da koşulsuz sevip kollamaktır"
Neşe Hıdıroğlu
2002 mezunu
2002 mezunu
Darüşşafaka?
Darüşşafaka bir karavandır. Dünyanın en büyük, en eski ve en hızlı karavanı… İçinde ise arayacağınız hemen hemen her şey vardır. Bu karavanın nereye gittiğini ise kimse bilmez ama iyi bir yere varacağından emindir herkes. Durağımıza geldik biz. Karavandan ayrılıyoruz. Yenileri yolcular gelecek. Karavandan nerede ineceklerini kendileri seçecek olan henüz dokuz yaşındaki yolcular. Hepsine iyi yolculuklar diliyorum.
Darüşşafaka bir karavandır. Dünyanın en büyük, en eski ve en hızlı karavanı… İçinde ise arayacağınız hemen hemen her şey vardır. Bu karavanın nereye gittiğini ise kimse bilmez ama iyi bir yere varacağından emindir herkes. Durağımıza geldik biz. Karavandan ayrılıyoruz. Yenileri yolcular gelecek. Karavandan nerede ineceklerini kendileri seçecek olan henüz dokuz yaşındaki yolcular. Hepsine iyi yolculuklar diliyorum.
Mertcan Bilici
Lise son sınıf öğrencisi
Lise son sınıf öğrencisi
Okul "öğrenci" yetiştirir;
Darüşşafaka ise "birey"..Benim için; daha doğrusu "bizim"
için Darüşşafaka'yı yuva yapan en büyük özellik de budur. Birçoğumuzu ilk defa
tiyatroyla, müzik enstrümanıyla, ,heykelle, resimle tanıştıran Darüşşafaka'da
bizler, okul sıralarında birer numaradan çok daha fazlasıydık. Biz
Darüşşafakalılar, gittikçe yozlaşan, duyarsızlaşanbu dünyada, Darüşşafaka'nın
çağdaş çizgisinde yürüyüp aydınlandık. Çocuk olarak girdiğimiz o kapıdan birer
birey olarak çıktık.
Şirin ALKAN
2003 mezunu
2003 mezunu
-----------------
Farkındalık monoloğu
-Siz? Siz o değil misiniz? Evet, evet! Sizi tanıyorum. Aydınlık bir
sayfanın tam ortasındaki manşetten hatırlıyorum sizi! Siz
"FARKINDALIK" değil misiniz?
-Ben hayranınızım sizin. İstanbul'da kocaman yeşil demir bir kapısı olan koca bir ülkede tanışmıştık sizinle! "NEDEN?" demiştiniz evet. "NEDEN? demelisin" demiştiniz.
-Darüşşafaka'da tanışmıştık sizinle. "DÜŞÜN!" demiştiniz. "DÜŞÜNMEDEN KONUŞMA!" demiştiniz.
-Daçka'nın her köşesinden duyulurdu sesiniz, çok iyi hatırlıyorum; "GÖR!" demiştiniz, "OKU!" demiştiniz. İlahi bir gençliğe hitabet gibiydi sesiniz, hatırlıyorum.
-Kitap gibi kokardınız. Bir de sahne tozu gibiydiniz. Ya da keman yayı reçinesi… Siz "FARKINDALIK" değil misiniz?
-Tanışmıştık evet. Yeşil kapılı ülkede karşılaşmıştık. Müzik Odalarının koridorlarında da vardınız, fizik laboratuarlarının sülfür kokusunda da... Siz orda öğrendiğim "FARKINDALIK" değil misiniz?
-Sinema salonunda projektörün arkasından göz kırpmamış mıydınız? Fotoğraf makinesinin vizöründen "PERDE" dememiş miydiniz?
-"TOPLUM" demiştiniz, "HOŞGÖRÜ" demiştiniz, "EMPATİ" demiştiniz.
-"KÜLTÜR" demiştiniz, "SANAT" demiştiniz, "FARKINA VAR" demiştiniz.
-"DÜNYA GÖR" demiştiniz, "GEZ SEYYAHLAR GİBİ" demiştiniz.
-Amfi tiyatronun basamaklarında yankılanan sesin içinde ve AKM yoluna düşmüş bir okul otobüsünün muavin koltuğunda oturmuyor muydunuz?
-Sizi o koca kütüphanenin eski kitaplarının arasında da görmüştüm! Sait Faik'in mavi mavi kitaplarının rafından gülümsemiştiniz bir kere hatta hatırladınız mı? "SARIL KİTABA" demiştiniz...
Biz "hatırlıyoruz"
Biz "farkındayız"...
Biz, bize verdiğin her harfi cümle yapıyoruz. Roman oluyoruz...
Biz, toplumun farkında olan bireyleriyiz.
Biz, "Darüşşafaka'lıyız"
-Ben hayranınızım sizin. İstanbul'da kocaman yeşil demir bir kapısı olan koca bir ülkede tanışmıştık sizinle! "NEDEN?" demiştiniz evet. "NEDEN? demelisin" demiştiniz.
-Darüşşafaka'da tanışmıştık sizinle. "DÜŞÜN!" demiştiniz. "DÜŞÜNMEDEN KONUŞMA!" demiştiniz.
-Daçka'nın her köşesinden duyulurdu sesiniz, çok iyi hatırlıyorum; "GÖR!" demiştiniz, "OKU!" demiştiniz. İlahi bir gençliğe hitabet gibiydi sesiniz, hatırlıyorum.
-Kitap gibi kokardınız. Bir de sahne tozu gibiydiniz. Ya da keman yayı reçinesi… Siz "FARKINDALIK" değil misiniz?
-Tanışmıştık evet. Yeşil kapılı ülkede karşılaşmıştık. Müzik Odalarının koridorlarında da vardınız, fizik laboratuarlarının sülfür kokusunda da... Siz orda öğrendiğim "FARKINDALIK" değil misiniz?
-Sinema salonunda projektörün arkasından göz kırpmamış mıydınız? Fotoğraf makinesinin vizöründen "PERDE" dememiş miydiniz?
-"TOPLUM" demiştiniz, "HOŞGÖRÜ" demiştiniz, "EMPATİ" demiştiniz.
-"KÜLTÜR" demiştiniz, "SANAT" demiştiniz, "FARKINA VAR" demiştiniz.
-"DÜNYA GÖR" demiştiniz, "GEZ SEYYAHLAR GİBİ" demiştiniz.
-Amfi tiyatronun basamaklarında yankılanan sesin içinde ve AKM yoluna düşmüş bir okul otobüsünün muavin koltuğunda oturmuyor muydunuz?
-Sizi o koca kütüphanenin eski kitaplarının arasında da görmüştüm! Sait Faik'in mavi mavi kitaplarının rafından gülümsemiştiniz bir kere hatta hatırladınız mı? "SARIL KİTABA" demiştiniz...
Biz "hatırlıyoruz"
Biz "farkındayız"...
Biz, bize verdiğin her harfi cümle yapıyoruz. Roman oluyoruz...
Biz, toplumun farkında olan bireyleriyiz.
Biz, "Darüşşafaka'lıyız"
2003
mezunu